Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 13.BÖLÜM

30 Nisan 2016 - 09:04

YEĞENİM İBRAHİM


13.BÖLÜM...


 


Değerli Yeğenim,


 


Sayfanda paylaştığın bu güzel fotoğrafta Mustafa amcamın evinin hemen altında basık bir ev görünüyor. Bu evin geçmişi benim için çok önemlidir. Taş ve toprak yığınından ibaret olan bu evi gereğinden fazla önemsiyorum. Bunun kendime göre birçok önemli nedeni  vardır. Çocukluğumda bu ev Mustafa amcam tarafından ahır ve samanlık olarak kullanılıyordu. Sanıyorum şimdi de öyle.


 


Bu evin çatısı altında1950’lı yıllarda amcam K. Ali yaşamını sürdürmüştür. Birkaçı dışında bütün çocukları bu evde dünyaya gelmiş. Bacı, kardeş bütün çocuklar en güzel oyunlarını bu evin avlusunda oynamışlar. Necmettin abi duvarları çamurla sıvanmış bu evin ufacık bir odasında açmış gözlerini dünyaya. On küsür yaşına kadar bu evde yaşamıştır. Yaşıtlarıyla bu evin çevresinde koşuşturmuş ve en güzel oyunlarını bu evin çevresinde oynamış. Geleceğe yönelik bütün renkli hayallerini burada kurgulamış. Kuran öğrenmek için yakındaki camiye gidip gelirken evlerini çevreleyen o taş duvarlardan hep atlamıştır. Kısacası fotoğrafta görünen evin önündeki geniş bahçenin her karış toprağında Necmettin abinin ve diğer amca çocuklarımın ayak izleri var.


 


Necmettin abinin annesi Eliya yengem -ayrı ayrı isimler verdiği- onlarca ineği bu evin bitişiğindeki ahırlarda buzağılamışlar. Canı kadar sevdiği bu ineklerini bu evin avlusunda sağmıştır. K. Ali amcam tarla dönüşü yorgunluk çayını bu evin çatısı altında yudumlayarak içmiştir. Mahmut abi, gözü gibi baktığı birbirinden güzel atlarının bakımını bu evde yapmış.  Leyle ablam kardeşleriyle bu evin odalarında büyüklerinden masal, hikâye ve ninniler dinlemiştir. Nesibe ablam ve kendisinden küçük kardeşi Mürüvvet bu evde annesine yardımcı olmuştur. Kırk yedi yıldan beri İsveç’te yaşayan Şervan ve kız kardeşi Zinet birlikte koyunun, kuzunun peşinden koşmuşlar. İşte saydığım bu nedenlerden ötürü ve özelikle de Necmettin abiden dolayı bu evin manevi değeri gözümde çok büyüktür.


 


Keşke diyorum bir gün istediğim kadar zamanım olsa da bu evin her metre karesini konuşturabilsem. Ben, Necmettin abinin çocukluğuyla ilgili binlerce soru sıralasam ve bu evin taşı toprağı da bana bu evde olup bitenleri bir bir anlatsa, ben de bunlardan bir roman derleyebilseydim. Böyle bir mucize gerçekleşebilseydi kim bilir bu evin duvarları bana birbirinden değerli ne kadar hikâye aktaracaktı. Kim bilir belki de o gün gelir ve ben bana anlatılanları harmanlayarak değerli bir roman yazarım. Günün birinde birileri Necmettin abinin kavga ve mücadeleyle dolu geçen onurlu yaşamını romanlaştırmak isterse onun yapacağı ilk iş bu evin taş duvarlarını, kapı ve pencerelerini konuşturmak olacaktır diye düşünüyorum.


 


Çocukluğumda bu evin sağ köşesinde birkaç incir ağacı duruyordu. Ağaçların çevresi taştan bir duvarla örülmüştü. Amcam Mustafa bahar ayları başını uzatınca bu ağaçların çevresine  soğan ekerdi. Amcamın tavukları çoğu zaman bu soğanların arasında yumurtlardı. Yeşillikler içine bırakılan yumurtalar ta uzaktan görünürdü. Bazen yumurtaları ellerimize alır biraz oynar sonra yerine bırakırdık. Sözünü ettiğim bu incir ağaçları bu son dönemlere kadar yerinde duruyordu. Şimdi varlar mı yoklar mı fotoğraftan pek seçemiyorum.


 


K. Ali amcam 1957 yılında Siverek’e taşınınca bu ev Mustafa amcama kalmıştı.  Amcam bir ara sanıyorum Ramazan amcamın kaldığı Pirkut Köyü’nden getirdiği sayısız hindinin bakımını bu evin avlusunda yapmıştı. Hindilerin iri cüsselerini kabartıp acayip sesler çıkarmasını büyük bir ilgiyle izlemiştik. Bizim köyde hindiye “HÜLİ” diyorlardı. Bazı köylerde “ŞAMİ” diyorlardı. “ELOK” diyenler de vardı. Köyde yaşayanlar Mustafa amcam sayesinde  hindi ile tanışmışlardı. Daha önceleri hindiyle hiç karşılaşmamıştık.


 


Değerli Yeğenim,


 


Tekrar K. Ali amcama dönersek; o kendine münhasır birisiydi. Son derece gururluydu. Haksızlığa karşı en ufak bir tahammülü yoktu. Gökkubbe çökse doğruluğuna inandığı şeyden kesinlikle vazgeçmezdi. Hakkı olandan bir gram olsun taviz vermezdi. Bu yüzden de insanlarla hep kavgalıydı. En ufak bir anlaşmazlıkta jet yakıtı gibi parlar ve adeta küplere binerdi. Birisiyle herhangi bir tartışmaya girdiğinde en sonda söylemesi gereken sözü başta söyler ve kavga-döğüşe sebebiyet verirdi. Bu yüzden gidip geldiği ve ekmeğini kazandığı Siverek Hayvan Pazarı’nda kavga etmediği tek insan bırakmamıştı. Onun bu kavgacı özelliğini bilenler “aman ha ona bulaşmayalım “diyerek mümkün oldukça ondan uzak durmaya çalışırlardı. Kavga ve münakaşa anında çok kızdığında rakiplerine karşı en çok sarf ettiği kelime “ gelin la gelin, ne yapacaksanız yapın, ölümden öte köy mü var ? “ derdi.


 


Bu kavgacı yapısından dolayı Necmettin abi 1978 yılından itibaren onun hayvan pazarına gidip gelmesini pek istemiyordu. Yani bir anlamda onu ticaretten men etmişti. Amcam “ Benim ekmek kapımdır gideceğim “ diyerek bu yaptırıma karşı çıkmıştı. Necmettin abi de “ Tamam o zaman sen mezada gidip gelme ben sana her ay gücüm oranında bir miktar para veririm“ deyip onunla bir anlaşma yapsa da o hem Necmettin abiden parasını alır  hem de o bir yolunu bulup gizliden mezada gider gelir ve havadan sudan nedenlerle insanlarla tartışma ve kavgaya girerdi. Bir defasında bu kavgalardan birisine beni de bulaştırmış ve bu yüzden Necmettin abiden büyük  azar işitmiştim. Ona kalmış olsaydı Necmettin abi ile birlikte silah kuşanıp onun gösterdiği insanlarla her gün kavgaya tutuşacaktık. Anlatılanlara göre amcam hacı olmak için Mekke’ye gittiğinde Şeytan taşlamada yaşanan izdiham sırasında kimseye laf dinletemeyince “Ah ah ben niye tabancamı getirmedim“ diyerek oldukça hayıflanmıştı.


 


Dikkatli bir gözlemci K. Ali amcamın yüzündeki hüzün ve keder haritasından onun zamanında neler gördüğünü, neler çektiğini rahatlıkla çıkarabilirdi. Alnında derin çizgiler vardı. Bu çizgiler arasında birçok şifre saklıydı. Bunları çözmek pek kolay değildi. Keder yüklü bu çizgiler onun geçmişten günümüze kadar olan çileli yaşamını özetler gibiydi. Onun yüzüne kazınan ve keşfedilmeyi bekleyen o hüzünlü ifadelerde bir tarih gizliydi. Onun bütün yaşamı hüzün ve kederle yoğrulmuştu. Hayatında gördüğü onca acıyı ve onca sıkıntıyı sadece kendine saklıyordu. Hiç kimseyi acılarına ortak etmek istemiyordu. Ona göre ağır bedeler ödediği yaşam hikâyesi onundu ve hiç kimseyi ilgilendirmiyordu. İnsanlara fazla güvenemiyordu. Anlaşılan insanlar zamanında onun güvenini fazlasıyla boşa çıkarmışlardı. Kim bilir kaç defa en yakın dostları ve akrabaları tarafından aldatılmış ve kaç kez yüzüstü bırakılmıştı. Bu yüzden dış dünyaya açılan bütün kapılarını sıkı sıkıya sürgülemişti. Arkasına sığındığı kapıların gerisinde kendisi için bir dünya kurmuştu. Bu dünyanın sınırlarına hiç kimseyi dâhil etmek istemiyordu. Orası onun tek kişilik dünyasıydı. Amcam birlikte mutlu olacağına inandığı insanları çok zamansız ve erken yaşlarda kaybetmişti. Onun yaşamında önemli yer tutanlar onu çok erkenden terk etmişlerdi. Kaybettiği bu insanların başında ilk eşinden olan oğlu Seyit Ahmet geliyordu. Yıllar sonra Necmettin abi de bu kayıplar kervanına katılınca onu dünyası tümüyle başına yıkılmıştı. Bu acı kayıplar yüzden amcamın herkese karşı küskün bir hali vardı.


 


1970’lı yılların son çeyreğinde onun çok yakınında bulundum. Kendisiyle acı tatlı birçok anım oldu. Beni kendine çok yakın gördüğü halde gene de beni iç dünyasının sınırlarına yaklaştırmak istemiyordu. İç dünyası onun bir nevi sığınağıydı. Kimseyi bu sığınağa yaklaştırmak istemiyordu. Yüreğindeki yaraya hiç kimsenin derman olabileceğine inanmıyordu. Sırtındaki kederi hafifletecek bir elin varlığına dair inancı yoktu. İnsanlar onun öz güvenini çok erkenden tüketmişlerdi. Vefa ve insanlıktan söz açıldığında  müthiş kederlenir ve çevresine bakınarak  “Sağ gözünü kapatsan sol göze bir yararı olmaz “derdi.


 


Onu yakından tanıyan birisi olarak onun bir gün olsun katıla katıla güldüğüne tanık olmadım. En sevinçli ve en mutlu anında bile yüzünde daima bir parça hüzün gölgesi dolaşırdı. Onun bu hüzünlü duruşunun arkasında çok önemli sebeplerin olduğunu tabi ki biliyordum. Büyüklerimizin anlattığına göre amcamın hayatını altüst eden ve onu yaşamdan soğutup küstüren bir değil, birkaç önemli hadise vardı. Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi ilk eşiyle olan evliliğin hüsranla sonuçlanmış olmasıydı. Evlendikten kısa bir süre sonra bir erkek  çocuğu dünyaya gelmişti. İsmini Seyitahmet koymuşlar. Bir-iki yıl sonra eşi HIT tekrar hamile kalmış. Seyitahmet’in bir kardeşi olacak diye herkes sevinirken felaket telalı elinde felaket davulu amcamın kapısına dikilmiş. Her şey tersine dönmüş.Fukara HIT ikinci çocuğunu dünyaya getirirken kendisi bir tarafa  çocuğu başka bir tarafa düşmüş. Amcam ölen eşinin üzüntüsünü yüreğine gömerek hayata tutunmaya çalışırken bir müddet sonra ilk eşinden olan oğlu Seyiahmet’i de bir talihsizlik sonucu kaybetmiş.


Oğlu Seyitahmet  ömrünün baharında henüz on dört yaşlarında fidan gibi bir gençmiş. Bu iki insanın ölümü K. Ali amcamı derinden etkilemiş ve bir daha kendine gelememiş. Aslına bakarsak bu iki ölüm hadisesi sadece amcamı değil en az onun kadar diğer akraba çevremizi de etkilemiştir. Ama amcamın etkileniş biçimi çok farklı olmuş. Bu iki insanın ölümden aşırı derecede etkilenmelerinin çok özel nedenleri vardı.


İstersen biraz da bu nedenler üzerinde duralım.


 


Şöyle ki;


 


Amcamın ilk eşi olan ve doğum sırasında ölen HIT’ın çok acıklı bir hayat hikâyesi vardır. HIT, amcam K. Ali’den yaşça epeyce büyükmüş. Sanırım aralarında en azından 17-18 yaş fark varmış. Kayda değer bu yaş farkına rağmen dedem onu amcamla evlenmeye mecbur etmişti. Nedeni de şu: Dedem Xelil’é Nofel daha küçük bir çocuken babası Mehmet bir hastalık sonucu yaşamını yitirmiş ve annesi İmhan ile yalnız başına kalmışlar. Dedemin babası ölünce evli ve bir çocuk babası olan amcası Nofel “âdet, töre böyledir” diyerek yengesiyle evlenmiş ve küçük yeğenini himayesine almıştır. Bu yüzden dedem çevresinde babasının ismiyle değil amcası Nofel’in ismiyle anılmıştır. Babası öldüğünde dedem Xelilé Nofel yedi yaşlarında bir çocukmuş henüz. Nofel’ın kızı HIT ise o zamanlar iki üç yaşlarındaymış.


 


Günlerden bir gün Nofel amca köydeki akrabalarıyla bir anlaşmazlığa düşmüş. Anlaşmazlık derinleşince iki-üç yaşlarında olan kızını ve yedi yaşlarında olan yeğenini yanına alarak GEBOZ Köyü’nde yaşayan akrabalarının yanına yerleşmiş. Süregelen anlaşmazlık devam etmiş ve neticede Nofel amcamız akrabaları tarafından öldürülmüş. Nofel’i öldürenler “ mevta bizimdir gömmek bize düşer “diyerek onu Bahser ile Geboz köyleri arasında bulunan bir yerde bir dut ağacının altına defnetmişler. Ortada kalan iki çocuğu da “bu öksüzler senindir  “ diyerek onları büyük amcaları Ap Seferé Hüsko’nın kapısının önüne bırakmışlar.


 


Dedemin amcası Nofel öldürülünce dedem ikinci defa öksüz kalmış. Gel zaman git zaman dedem ve amcasının kızı HIT büyümüşler. Zamanı gelince dedem akrabalarımızdan Molla Eli’nın kızı Ayşe ile evlenmiş. Ev park sahibi olunca birlikte büyüdüğü amcasının kızı HIT’ı yanına almış.


Dedem amcasından geriye kalan kızı HIT’ı kutsal bir emanet gibi koruyup kollamış. Evlenme yaşı gelip geçtiği halde bağlanan kaderi bir türlü çözülmemiş. HIT’ı İsteyenler dedemin kafasına yatmamış, uygun gördüğü çevrelerde gelip HIT’a talip olmamışlar. Sonuçta yıllar su gibi akıp gitmiş ve HIT tabiri caizse evde kalmış. Bu arada dedemin çocukları dünyaya gelmiş ve iki oğlu evlenme çağına gelmişler. Dedem aralarındaki yaş farkına rağmen amcasının kızı HIT’ı oğlu K. Ali ile evlendirmiş. Amcam bu evliliğe önceleri fazla sıcak bakmamış fakat daha sonra  “Baba ecdat sözü yere düşürülmez “ diyerek bu gönülsüz evliliğe “evet” demek zorunda kalmış.


 


Devam edecek...


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]


 


 


 


 


 

Bu yazı 1585 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum