Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

"VENGé ROYİ".. 2.BÖLÜM (RÖPORTAJ)

26 Eylül 2015 - 22:13


VENGé ROYİ


Fırat’ın sesi


2.BÖLÜM...





SERPİL ASLAN: Bu defa neye yöneldiniz?


 


KADİR B.KAYA: Bir gazete haberinin içimde harekete geçirdiği ilgi ve sorumluluk duygusu beni dört bir yandan ciddi bir şekilde silkeliyordu. Bu dürtü ve silkeleme beni habire bir şeyler yapmaya zorluyordu.


 


Sonunda anladım ki bir şeyler yapmadan, ortaya bir şeyler koymadan rahat edemeyecektim. Vicdanımı rahatlamak, ruhumu huzura kavuşturmak için mutlaka bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bu yönde ki fikir ve düşünceler durmadan beynimi kemiriyordu.


 


Bir şeyler yapmam gerekiyordu ama ne!


 


SERPİL ASLAN: Ama ne?


 


KADİR B.KAYA: Tabii ki beste ve Müzik. Bir zaman sonra beste ve müzik çalışmasıyla ana dilime katkı sunacağıma kendimi inandırmaya başladım.  Müzik alanında iyi bir dinleyici olsam da teorik anlamda herhangi bir temel eğitimim olmadığı için bu konuda da işimin rahat olmayacağının farkındaydım. Müzik konusunda sahip olduğum bütün sermayem kendi kendime edindiğim az buçuk saz çalma becerim ve kulak hassaslığıma dayanarak evde bulundurduğum ve ara sıra tuşlarına dokunduğum elektronik bir orgdu. Fakat bu müzik çalışmaları yürütmem için ciddi bir birikim sayılmazdı. Fakat bütün bu donanımsızlığa rağmen beste ve müzik konusunda bir şeyler yapacağıma dair içimde güçlü bir güven duygusu filizlenmişti. Bunun gerekçesini ise çocukluk yıllarıma bağlayabilirim.


 


SERPİL ASLAN: Çocukluğunuzda aile ortamınızda Müzik ile ilgilenen yakınlarınız mı vardı?


 


KADİR B.KAYA: Çocukluğumda yakın aile çevremde profesyonel anlamda türkü söyleyen gerçek dengbejler veya sanatçılar yoktu. Ama yine de tümden şansız sayılmazdım. Ailemde sık sık olmasa da Kürtçe türkü söyleyen iki kişi vardı. Bunlardan birisi dedem diğeri ise babamdı. Bu iki insanın ağzından dinlediğim kadim türküler kulaklarımın pasını gidermeye, müziğe karşı olan ilgi ve alakamı ayakta tutmaya yetiyordu.


Dedemin türkü olarak dilendirdiği birkaç aşk ve kahramanlık destanı vardı. Zamanında ezberlediği bu eserleri çok içten ve çok iyi okurdu. Dedem kadar olmasa da babamın da bu alanda kendine göre az çok bir becerisi vardı. Fakat babam daha sonra izah etmeye çalışacağım bazı nedenlerden dolayı türkü söyleme konusunda kendine bir nevi yasak getirmişti. Aslında bu yasak biraz da yaşadığı çevrenin kendisine dayattığı bir yasaktı. Böyle olsa da babamın yüreğinde küllenen eski bir aşk yarası olduğu için her kederlendiğinde belleğinde duran türkülere sarılıyordu.


 


Babam yüreğinde kabuk bağlayan yarası her depreştiğinde kendisine koyduğu türkü söyleme yasağını kendi eliyle delmekte herhangi bir sakınca görmüyordu. Kendine yasak uygulayan babam türkü söylemede ister istemez dedem kadar başarılı olamıyordu. Oysa çevremden duyduğum kadarıyla babam bir zamanlar Ahmedé  Xan’nın romanından derlenen Mem u Zin  türküsünü  çok güzel okur ve dinleyenler de bundan çok büyük haz alıyorlarmış olduğu.


 


SERPİL ASLAN: Anlamadım babanızın türkü söylememe konusunda kendine getirdiği yasak neden? Bunu biraz açar mısınız?


 


KADİR B.KAYA: Babamın kendine uyguladığı bu yasağın ayrıntılarına girmeden, önce dedemin türkü söylemeye olan yakınlığıyla ilgili bazı şeyler anlatayım:


 


1979’ın 5 Mayısında yaşama veda eden rahmetli Dedem Halil’é Nofel’ın müzik ve edebiyat ile ilgili beynime ve yüreğime ilk tohumları serpiştiren ilk insan olduğuna inanıyorum. Dedem her şeyden önce çok iyi bir hikâye ve masal anlatıcısıydı. Ama onun yeteneği bununla sınırlı değildi. Bana göre o aynı zamanda çok iyi bir dengbejdi. Dengbej derken aklınıza köy köy gezen ve bey odalarında aşk ve kahramanlık türküleri söyleyen bildik dengbejler gelmesin. Hayır, dedem böylesi dengbejlerden değildi. Keşke öyle birisi olsaydı da ve ben de ondan çok daha güzel ve daha değerli şeyler öğrenebilseydim. Dedemim hikâye ve türkü söyleme konusunda kimlerden etkilendiğini ve nerelerden beslendiğine dair bir hususu sizlerle paylaşmayı gerekli görüyorum.


 


Dedem seferberlik yıllarında Siverek’ten toplanan dört yüz kişilik bir grupla birlikte Rus cephesine sürülmek üzere askere alınmış. Götürüldüğü ilk yer Bitlis’in Ahlat ilçesi olmuş. Van Gölü kıyısında yer alan Ahlat o zamanlar daha küçük bir yerleşim birimiymiş. Memleketin dört bir yanından toplanan ve bu bölgede toplanan binlerce asker adayı bir süreliğine sırtını Süphan Dağı’na veren bir askeri karargâhta bekletilmiş. Vatan savunması uğruna cepheye gönderilmeyi bekleyen binlerce kişiyle birlikte bu karargâhta tutulan dedem yöre insanından o yörenin en güzel hikâyelerini ve destanlarını dinlemiş. Güçlü hafızasına kayıt ettiği hikâyeler arasında Sözlü Kürt edebiyatının unutulmaz eserlerinden olan SİYAMEND U XECé destanı da vardır. Dedem bu destanı en orijinal şekliyle bizzat yöre insanının dilinden tabiri caiz ise tam da kaynağından öğrenmişti.Biliyorsunuz,SİYAMEND İLE XECé hikayesi Süphan dağında geçmiştir.Kürtler Süphan dağına “sipandax”diyorlar.


 


Öyle ki bundan yirmi yıl kadar önce SİYAMEND U XECé isimli bu aşk ve kahramanlık destanı Tarık Akan’ın başrolünde filme çekildiğinde ve filmin galası için birkaç arkadaşla birlikte Hollanda’nın Rotterdam şehrine gittiğimizde, film bitiminde filme emeği geçen insanlarla birlikte film ile ilgili detaylar üzerinde konuşurken filme bazı eleştiriler yöneltmiştim. Eleştirilerimin gücünü dedemden dinlediğim hikâyenin sağlam ve orijinal bilgilerden alıyordum. Kullandığım argümanlar ve dile getirdiğim gerekçeler öylesine güçlü ve öylesine yalındı ki film yapımcıları yönelttiğim eleştiriler karşısında kendilerini savunamamış ve sonunda bana “keşke sizinle daha önce tanışma imkânımız olsaydı ve bütün bu söylediklerinizden yararlanabilseydik” demişlerdi.


 


Dedem götürüldüğü Van Gölü kıyısındaki askeri karargâhta bir subayın hakaret içeren sözlerine içerlenip beş arkadaşıyla birlikte askerlikten firar edip, üç ay süren çetin ve tehlikeli bir yolculuktan sonra memleketine ulaştığında yanında birbirinden güzel bir sürü orijinal masalı ve hikâyeyi de getirmişti. Bu hepimiz için paha biçilmez önemli bir kültürel hazineydi.


 


Dedemin uzak diyarlardan derlediği bu hikâyelerin orijinalliği herkes tarafından hemen fark ediliyordu. Onun usta anlatımı ile dile getirilen bu hikâyeler sadece biz çocukların değil aynı zamanda büyüklerimizin de ilgisini çekiyordu. Uzun kış gecelerinde hikâye anlatmaya başladığında hepimiz derin bir sessizliğe gömülür ve onu can kulağıyla dinlerdik.


 


Dedem kimi zaman bazı hikâyeleri bir yere kadar sözlü olarak anlatır belli bir noktadan sonra da türkü şeklinde de söylerdi. Onun bu tarzı beni çok etkilerdi. Mesela Siyament ile Xecé hikâyesinde de böyle yapardı. Önce hikâyeye sözlü olarak giriş yapar sonra da hikâyenin en heyecanlı yerinde hikâyeyi yanık bir türküye dökerdi. Bunu yaparken çevresinde toplanan biz çocukları adeta Süphan Dağı eteklerine uçurur ve bizi Xecé ile Siyamenın yedi direkli kıl çadırına konuk ederdi. Dedem yiğitlik ve çaresizlik teması üzerine şekillenen bu destanı türkü biçiminde söylediğinde türkünün bir yerinde kendine hâkim olamaz ve her defasında mutlaka gözyaşlarına boğulurdu. Dedemin anlatılanlar karşısında duygulanması ve ağlaması beni son derece etkilerdi.


 


Dedemin anlattığı hikâyelerin tümüne yakını insanların ne kadar iyi ve ne kadar kötü olabilecekleri üzerine kurgulanmıştı. Hikâyelerin hepsinde yaşamı daha yeni yeni tanımaya başlayan biz çocuklar için çok değerli dersler ve mesajlar vardı. Onun anlattığı hikâyelerin bazılarında hayvanlara da rol verirdi.  Onun hayvanların ağzından meseleleri hikâye etmesi çok daha fazla hoşumuza giderdi. Yüzünü, cismini görmediğimiz birçok hayvanın şeklini, özelliğini dedemin hikâyelerinden öğrenirdik.


 


Onun anlattığı kimi hikâyelerinden aşk ve sevginin nelere kadir olduğunu öğrenirken, kimi hikâyelerinde ise hayvanların insanlardan ne kadar daha namuslu ve ne kadar daha merhametli olabileceğini öğrenirdik. Biz onun hikâyelerden gerçek dostlukları, iyi dostun vefasını, iyi arkadaşın fedakârlığını öğrenmekle kalmazdık, kimi zamanda insan denilen yaratığın ne kadar gaddar, ne kadar nankör ve ne kadar vefasız olabileceğini öğrenirdik. Kısacası dedemin hikâyelerinde sosyal yaşamda insana gerekli olabilecek bütün temel bilgiler bir bir yerine oturtulmuştu. Onun hikâyelerinden vefa denen erdemin yüceliğini ve vefasızlığın en dip noktasını görür kâh sevinir kâh kederlenirdik.


 


Dedemin her defasında duygulanarak bize anlattığı Siyabend ile Xecé destanında, Siyabendın kader arkadaşı QEDAGETRAN’ın kişiliğinde katıksız dostluğu keşfederdik. Süphan Dağı’nın zirvesini mesken tutan Siyabend ile QEDAGETRAN’ın katıksız dostluğu bize dostluğun, arkadaşlığın nasıl olması gerektiğini çok net bir şekilde ortaya koyuyordu.


 


Dedemin torbasında anlattığı birbirinden güzel yüzlerce hikâyesi vardı. Bu hikâyeler arasında bir hikâyesi vardı ki ömrüm boyunca hiç aklımdan çıkmadı. İnsanın vefasızlığı söz konusu olduğunda hep bu hikâyeyi hatırlarım. Hikâye hayvanlarla insanların dostluğu üzerine kurulmuştu. Hikâyenin kahramanı bir tilkiydi. Bir de insana rol verilmişti. Tilki ömür boyu kendisine hizmetlerde bulunduğu bir insanın vefasını test etmek için ölme numarasına yatar. Uzun zaman birlikte yaşadığı ve her şeyini borçlu olduğu tilkiyi öldü diye kuyruğundan tutup onu tiksinerek çöplüğe bırakan bir insanın tavrından insanoğlunun vefasızlığını ve çirkin yüzünü görürdük. Biz bu hikâyeyi dinlerken hikâyenin kahramanı olan bir gencin şahsında insanoğlunun ne kadar duyarsız ve ne kadar nankör olabileceğini görür ve acı acı düşünürdük.


 


Çıkar uğruna öz kardeşini ölüme gönderen ve sonunda öz yengesine göz diken namussuzları tanıdıkça saçlarımız diken diken olur ve dedemin anlattığı hikâyelerin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlardık. Kısacası insanoğlunun içinde saklı olan güzellikleri ve çirkinlikleri dedemin hikâyelerinden öğrenmeye çalışırdık.


 


Dedemin hikâye anlatma dışında bazen türkü söylediğini de yukarda belirtmiştim. Ama şunu hemen belirteyim ki dedem türkü söylerken hikâye anlattığı kadar rahat hareket edemiyordu. O insanların olduğu ortamlarda öyle ulu orta herkesin içinde türkü söylemekten itinayla kaçınırdı. O türkü söylemenin insanı küçülttüğünü, bunun ayıp bir şeymiş gibi algılardı. Onun böylesi bir düşünceye neden kapıldığını, buna neden böyle bir anlam yüklediğine ilerde değineceğim.


 


Dedemin gözleri görmüyordu. Çok hassas olan kulakları ve derin içgüdüsüyle yalnız kaldığında, çevresinde kimselerin olmadığına iyice kanaat getirdiğinde yalnızlığını dağıtmak için başlardı türkü söylemeye. Onun tok ve duygu yüklü sesiyle türkü söylemesine bayılırdım. Türküye başlar başlamaz ona hissettirmeden gizliden bir köşeye çekilir ve başlardım onu sessizce dinlemeye. Dedemin ağzından çıkanları dinledikçe kendimden geçerdim. Öyle ki söylenen türkünün içinde eriyip kaybolurdum. O andan itibaren ben artık Siyabend ile Xecé ile birlikte Süphan Dağı’nda yaban geyiği kovalayan ve dağların zirvesinden ovaları gözleyen bir kahraman olurdum. Onlarla birlikte nefes alıp nefes verirdim.


 


Dedemin,  Siyabend ile Xecé destanında türkünün neresinde coşup hareketleneceğini, neresinde sakinleşeceğini ve neresinde duygu seline kapılıp ağlayacağını artık ezberlemiştim. Bu nedenle dedemin özellikle ağlama noktasına gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Çünkü dedemin ağlamaktan kendini kurtaramadığı o nokta hikâyenin en heyecanlı ve en can alıcı noktasıydı. Zira Siyabend’ın yakın arkadaşı QADAGETRAN onlarca insana karşı uzunca bir süre bir başına kılıç sallamış ve sonunda da ağır yaralı halde yere yıkılmıştır. Ama QEDAGETRAN kader arkadaşı SİYABENDi son bir kez görmeye kararlıdır. Bu nedenle bir gözü açık Siyabend’ın yolunu gözleyecektir. Siyabend gelmeden Azrail’e can teslim etmemeye yeminlidir. Kan kokusuna koşan akbabaların gökyüzünde turladığı bir sırada Siyabend Demirkıran adlı atının sırtında bir şimşek gibi savaş alanına inerek onlarca ceset içinde kan kardeşi QEDAGETRAN’I arar. Ama her şey için artık çok geçtir. Ölümcül darbeler alan ve yara bere içinde derin derin inleyen QADAGETRAN ile karşılaştığında SİYABENDİN dünyası yıkılır. Qedagetran’ın ölümüne sebep olan SİYABENTTİR: Çünkü onu ayaklarından zincirleyen bizzat kendisi olmuştur.


 


Siyebend ile Qedagetran arasında yaşanan bu karşılaşma ve diyalog hikâyenin en hassas ve en dramatik noktası olurdu. Dedem yürek paralayan bu noktada kendine hâkim olamaz ve başlardı ağlamaya. Dedem bu hikâyeyi her anlattığında ve özellikle hikâyenin bu bölümüne geldiğinde her defasında mutlaka ağlardı. Hikâyenin bu dramatik yerinde bir ağlama istediği gelir dedemin boğazına oturur ve ağlamamak için büyük bir çaba gösterse de sonunda kendisini ağlamaktan kurtaramazdı. Daha sonra yavaş yavaş kendisini toparlayarak türküye kaldığı yerden devam ederdi.


 


 


Devam edecek


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]




Bu yazı 1631 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum