Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK-6.BÖLÜM

17 Nisan 2018 - 19:38

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK


6. BÖLÜM


 


 


1970’lerin başında Hollanda’ya işçi olarak gelen Ramazam amcayla Hollanda’ya geldikten kısa bir zaman sonra tanıştım. İlk eşi ölünce ikinci kez evlenmiş ve ikinci eşini her nedense  Hollanda’ya getirmemişti. Böyle olunca da her yıl düzenli olarak Siverek’e izne gider gelir, her seferinde beni mutlaka arar, bir isteğimin olup olmadığını sorardı. Ben de hareket gününden birkaç gün önce kendisine gider, bir gece kalır, ertesi gün Amsterdam’a dönerdim.  “Yolun açık olsun” demeye gittiğimde bizimkilere ulaştırsın diye dişimden tırnağımdan artırdığım biraz para ve ufak tefek  bir iki hediye bırakırdım. Tabii ki bu arada bizimkiler sesimi duysunlar diye her defasında yapttığım gibi bir de kaset doldururdum. Hazırladığım paketin içine birkaç fotoğraf koymayı da tabi ki ihmal etmezdim.


 


Ramazan amcayı sever, sayardım. Kimseye zararı olmayan, dost ve arkadaşlarıyla uyumlu, kendi halinde rahat bir insandı. Rotterdam’da sebze ve çiçek seralarında çalışan çocukları da öyleydi.  Evli olan oğlu Eyyüp’le sanırım hemen hemen  aynı yaşlardaydık. Babası gibi Eyyüp de eşini o sıralar Hollanda’ya getirmemişti. Sonraları  eşini Hollanda’ya getirince aileyle olan  samimiyetimiz  daha da arttı. Dostum Eyyüp’ün  eşi mazbut bir aile ortamında yetişmişti. Son derecee kibar, saygılı, görgülü bir kadındı. Çayı suyu içilen birisiydi. Babası Kelahanlı Ramazan Güngör’ın Siverek’te kale dibinde, Söğüt kahvehanesinin bitişiğinde çalıştırdığı bir işyeri vardı. Fazla büyük olmayan bu işyerinde oğluyla birlikte araba lastiği tamiriyle uğraşırdı. Mürüvvet kardeşimiz konuk ağırlamakta kusursuzdu. Sofrasında rahat oturduğum nadir insanlardan birisiydi. Kibar ve samimi hareketleriyle evinde misafir olanları fazlasıyla mahçup ederdi. Onun kibarlığı ve alçak gönüllülüğü  Eyyüp’le olan dostluğumuza katkı sunardı.


 


Eyyüp babasından ayrı oturuyordu. Bu biraz da babasının isteğiydi. Ona kalsaydı babasını yanına alacak, birlikte yaşayacaklardı. Kaldığı ev babasına pek uzak değildi. Aralarından Rotterdam şehrinin çok bilinen Mathanneyseweg caddesi geçiyordu. Eyyüpler’e her gittiğimde mutlaka Ramazan amcaya da uğrar, geçmişten gelecekten uzun uzun sohbet ederdik. Zazaca’ya hakim olan Ramazan amca hoş sohbet birisiydi. Konuşmaktan hoşlandığı  üç dört meselesi vardı. Bunlardan birisi  “bizim askerlerimiz” dediği Osmanlı askerlerinin Balkan ülkeleri üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerlerken takındığı adaletçi tutumdu. Ona göre Osmanlı askerleri hak ve adalet konusunda dünyaya ders verecek kadar ileriydi. Öyle ki ordunun geçtiği güzergahlarda gayrimüslimlere ait bağ ve bahçelere  girilip bir iki salkım üzüme el uzatıldığında, asmalara yenilen üzüm ağırlığında altın kesecikleri takılırmış. Ramazan amca bunları anlatırken memnuniyetten gözleri ışıl ışıl parlardı. İmparatorluğun adaletini överken aslında biraz da günümüz Türkiye’sinde keyfi uygulamalarla insanları canından bezdiren hükümet politikalarına göndermede bulunurdu. Eskiden hak ve adalet konusunda dünyaya ders veren bir milletin mensubu olduğu için ayrıca sevinirdi.


 


Bazen sohbet sırasında,  “İyi de Ramazan amca, madem Osmanlı ordusu bu kadar adaletli davranıyordu, peki o zaman onca askeri güce rağmen neden o topraklarda tutunamadı ve yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı?” dediğimde tatlı tatlı güler ve bana; “Vallahi orasını bilmem,  bana bu meseleleri derin bir din alimi olan Molla Yusuf anlatırdı,” derdi. Ramazan amcayı ikna etmek gibi bir niyetim olmadığından kendisine, “Ramazan amca, fikrimi sorarsan  Osmanlılar yanlışı oralara kadar gitmekle yapmışlar. Bana göre Osmanlı ne başkasının topraklarına girmeliydi  ne de başkasının malına el uzatmalıydı.  Adamların memleketine girmemiş olsaydılar, yedikleri üzümlerin karşılığı olarak asmalara altın keseleri asmalarına gerek kalmayacaktı. Dahası sana şunu da söyleyeyim ki senin bana anlattığın  bu hikayelere artık çocuklar bile inanmıyor. Bizimkiler adaletsizliğin en büyüğünü dilini, dinini bilmedikleri başka milletlerin topraklarına girmekle, oralara ordular sevk etmekle yapmışlar,”  dediğimde, Ramazan amca “Vallahi orasını bilmem. Dedim ya Yusuf hoca oturduğu her yerde bize bunları anlatırdı” diye yanıt verirdi.


 


Ramazan amcanın sohbetlerinde sık sık gündeme getirdiği konulardan biri de vefa ve nankörlükle ilgili şeylerdi. Onun insanoğlunun kadir bilmezliğinden, nankörlüğünden yana büyük sıkıntıları vardı. İyi niyetinden dolayı karşı karşıya kaldığı yığınca haksızlık onu hayal kırıklığına uğratmıştı. En yakınındakiler ondan gördükleri yardım ve desteği görmezlikten gelerek ona büyük saygısızlıklarda bulunmuşlardı. Yaptığı iyilikler yüzünden başı hep belaya girmişti. Hak etmediği hakaretlere maruz kalan Ramazan amcanın nankörlükten yana büyük pişmanlıkları vardı. İnsana olan güvenini neredeyse yitirmişti. Bir araya geldiğimizde nankörlükten yana pişmanlıklarını, üzüntüsünü  dile getirirken bana hep şunları söylerdi:


 


“Kadir kardeşim, yardım için kapıma gelenleri hiçbir zaman eli boş göndermedim. Elimdekini, avcumdakini insan bildiğim dost ve akrabalarımla paylaştım hep. Dara düşenin yardımına koşmayı insani görevden saydım ve bu konuda elimden geleni yaptım.  Ne var ki en büyük kötülüğü, en büyük nankörlüğü yardım eli uzattığım yakınlarımdan gördüm. Kapımdan kovduklarım beni hiç ısırmadı, beni daha çok kapımda tuttuğum, önüne aş, ekmek bıraktığım insanlar ısırdı. Bunun böyle olmasında çoğu zaman suç ve hatayı kendimde buldum. İnsana sonsuz derecede güvenmeyi bir zaaf olarak görmeye, algılamaya başladım. İnsanların bu kadar nankör, bu kadar ikiyüzlü olabileceğine hiç ihtimal veremedim. İki kuruşluk dünya malı uğruna insanın insanı rahatça satabileceğini tahmin edemedim. İnsanın yılandan daha tehlikeli olabileceğini hiç hesaba katamadım. Yani kısacası çok saf davrandım ve bu yüzden de çok şey kaybettim. Yaptığım  sayısız ahmaklıklar yüzünden bazen  kendi kendime  diyorum ki  sabah akşam birisi gelse bana şöyle iki esaslı tokat atsa ve ben de ona ‘Oh ne güzel. Bu bile bana az gelir’ desem.”


 


Ramazan amca bunları söylerken iki eliyle iki yanağına üst üste birkaç tokat indirir ve geçmişine hayıflanırdı.


 


Ramazan amca nankörlerden çektiği sıkıntılarını her dile getirdiğinde yüzü ateş gibi kızarırdı. Hissettiği bütün üzüntüsü yüzüne vururdu. Onun ağzından tane tane dökülen    “Oh ne güzel. Bu bile bana az gelir” sözü onun nankörlükten ne kadar çektiğini çok net şekilde ortaya koyardı.


 


Ramazan amcanın söylediğine göre Hollanda’ya geldiği ilk yıllarda ve sonrasında insanlık adına, dost akrabalık hatırına ve Allah Peygamber rızasına pek çok insana yardımda bulunmuş, en zor anlarında onların elinden tutmuştu. El attığı, yardımda bulunduğu insanların çoğu işlerini düzene koyar koymaz bizim Ramazan amcaya sırt çevirmiş, onu tanımazlıktan gelmişlerdi. Bazıları bununla kalmamış, onu elinden ısırmış, ona kötülüklerde bulunmuşlardı.


 


Kadir kıymet bilmez nankörler “borç namustur” diyerek ondan borç para almış, günü zamanı geldiğinde namuslarına sahip çıkmamışlardı. Onun elinden tuttuğu, ayağa kaldırdığı birçok insan, aldığı borcun üstüne yatacak kadar küçülmüş, lağıma yatmıştı. Onun sayesinde karnı doyanlar, kanlanıp semirince Ramazan amcanın yüzüne bakmaya tenezzül etmemişlerdi. Ramazan amca, vefasızlık gördüğü bu rezil şahıslardan söz ederken, “Ben onları Allah’a havale ettim,” dese de yüzüne yansıyan üzüntüsünü saklayamayı başaramazdı.


 


Bütün yaşamını çalışarak geçiren Ramazan amcanın helal sofrasından rahatlıkla yenilir, içilirdi. Geldiği Hollanda’da yirmi beş yıl boyunca aralıksız hep çalışmıştı. Fakir fukaralık nedir, ne değildir iyi bildiği için elindekinin değerinin farkındaydı. Harcamalarında dikkatli davrandığından dolayı  ona tutumlu diyenler de vardı. Evden işe, işten eve gidip geldiği için ekstra harcaması yoktu. Bu sayede Siverek ortamında hatırı sayılır bir iki yatırımı olmuştu. Fakat buna rağmen çoluk çocuğun geleceği diyerek hep çalışmak istiyordu. Sohbetlerimizde  “Kadir kardeşim  insan dediğin beşikten mezara kadar durmadan  hep çalışmalıdır, değil mi?” dediğinde,  “Ramazan amca benim bildiğim peygamber efendimiz ‘beşikten mezara kadar hep okuyun, ilim irfan sahibi olun’ demiş,” derdim. Cevaben  “Tamam tamam, orası öyle de yine de çalışmak lazım. Çalışmadan olmaz. Çalışmak insanın cevheridir” diye konuşurdu.  Söylediklerini büyük bir dikkatle dinlediğimi gören Ramazan amca konuşmasına şöyle devam ederdi:


 


“Kadir kardeşim, şimdiki gençlere bak! Çalışmak nedir, ne değildir, hiç dert etmiyorlar. Bütün sıkıntıları hazıra konmak! Oysa büyüklerimiz ne demiş:  ‘Hazıra dağ  dayanmaz’.  Ne var ki yeni neslin bundan anladığı yok.”


 


Onun bu sözlerle konuyu nereye getirmek istediğini az çok tahmin ederdim. Ramazan amca çocuklarının az çalışmasından oldukça rahatsızdı. Üzüntüsünü yenilememek için konuya başka yönden yaklaşarak, “Çok  haklısın Ramazan amca. Çalışmanın önemine değinen birçok hadis var. Peygamber efendimizin ‘Hiç ölmeyecekmişsin gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi ibadetini yap’ demesi boşuna değildir“ dediğimde Ramazan amcanın yüzü duyduğu memnuniyetten anında aydınlanırdı. İsmi komüniste çıkmış benim gibi birisinin hadislere müracaat etmesi  Ramazan amcayı hem sevindirir hem de şaşırtırdı.


 


Yabancı işçi statüsüyle Hollanda’ya gelen bütün ana babalar gibi Ramazan amcanın da çocuklarından yana bazı sıkıntıları vardı. Bu sıkıntıların başında hiç şüphesiz çok çalışmak ve çok para kazanmak konusu gelirdi.  Hayırlı bir evlat nasıl yetişir, geleceğe nasıl hazırlanır, ailesine ve çevresine karşı olan sorumluluklarını nasıl yerine getirir, takip etmesi gereken en doğru yol hangisidir gibi soruların cevabını bulmak, bütün ana babalar gibi Ramazan amca için de çok önemli ve hayatiydi. Ne var ki birçok ana baba gibi Ramazan amcanın da bu konularda kafası çok karışıktı. Ana babaların dünyaya bakışıyla çocukların bakış açısı birbiriyle pek uyuşmuyordu. Uymaması da çok doğaldı aslında ama ne yazık ki ana babalar bu gerçeği bir türlü kabullenmek istemiyordu. Bu gerçeği içine sindiremeyenlerden birisi de Ramazan amcamızdı.


 


Ramazan amcanın çocuk yetiştirme konusunda bildiği şeyler altmış yıl önce Siverek’te, Gol köyünde büyüklerinden öğrendikleriyle sınırlıydı. Onun terbiye ve marifet adına çocuklarının önüne sürdüğü bilgiler miadını çoktan doldurmuştu. İyi niyetinden şüphe etmediğim Ramazan amcanın  bu durumu idrak etme şansı yoktu. Onun göremediği bir diğer gerçek,  hayırlı evlatlar olmasını istediği çocuklarının Siverek’ten beş bin km uzakta bir coğrafyada, Hollanda’da yaşıyor olmasıydı.  Hollanda, bütün toplumsal  kurumlarıyla uygarlıkta bizden beş yüzyıl önde olan bir toplumdu. Bu nedenle küçük yaşta buraya sürüklenen ve burda büyüyen çocukların ana babalarından farklı düşünmeleri gayet normaldi. Bu önemli noktayı görmeden, dikkate almadan çocuklara yaklaşım göstermenin zarardan başka bir şey  getirmeyeceği ortadayken, ne yazık ki büyükler bunu göremiyordu. Dünyayı doğup büyüdükleri köy ve kasabalardan ibaret sanan ana babaların çocuk yetiştirme konusunda dayanabilecekleri sağlam bir altyapıları yoktu. Dikkate aldıkları tek veri  kültür adına büyüklerinden öğrendikleri bölük pörçük bilgilerdi. Sahip oldukları bu yetersiz bilgilerle sorunlara çözüm getiremeyeceklerini, hiçbir mesafe alamayacaklarını aslında onlar da biliyordu ama gerçeği görmek, kabullenmek onlara çok zor geliyordu. Tıpkı bizim  Siverekli Razaman amca gibi.


 


 


Devam edecek...


 


 


 


 


Kadir Büyükkaya/ Hollanda


[email protected]


 

Bu yazı 2007 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum