Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK-3.BÖLÜM

18 Mart 2018 - 19:37

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK



3. BÖLÜM


 


 


Bütün bu uğraşları yakından izlerken zihnim uzak diyarlara doğru seyahate çıkardı. Aklım günün birinde tıpkı bu dostlar gibi sevdiklerime gidip gidemeyeceğime odaklanırdı. Kendime sorduğum bu sorunun cevabını ararken daldığım düşünceler beni tarihi ve mekanı belirsiz bir yolculuğa çıkarırdı.


 


Hazırlıklar biter bitmez “yolcu yolunda gerek“ denilerek konu komşu, eş dost duası eşliğinde memlekete gidecek olanlar birer ikişer minibüsün koltuklarına yerleşirdi. Helallik alınıp helallik verildikten sonra izinciler ecdat topraklarina doğru yola koyulurdu. Kazasız belasız gidip gelsinler diye gidenlerin arkasından kova kova su dökülür, el sallanırdı.


 


İzne giden dostlarımızın dört beş haftalık memleket yolculukları bize bir ömür kadar uzun gelirdi. Dönüş günlerini iple çekerdik. Gün saymaktan uykularımız kaçar, sersemleşirdik. Siverek’ten gelecek havadislerin heyecanıyla yerimizde duramazdık.


 


Beklenen gün ve saat nihayet geldiğinde, elimdeki iş ve uğraş ne olursa olsun bir tarafa bırakır, Amsterdam istasyonundan bir trene biner, doğruca dostlarıma koşardım. Dostlarım Hollanda’nın Arnhem şehrinde ikamet ediyordu. Amsterdam’ın Arnhem’e  uzaklığı 110 km kadardı. Bindiğim trenin beş altı istasyonda yolcu alıp yolcu indirmesi beni çileden çıkarırdı. Sabırsızlıktan çatlayacak gibi olurdum. Paraya kıyıp hızlı trene binmediğim için kendime kızardım.


 


İzinden dönen doslarım buram buram memleket kokardı. Onlara sarılır, elbiselerine sinen memleket kokusunu doya doya içime çekerdim. Dostlarım, Siverek’e gidişlerini, bizimkilerle olan karşılaşmalarını, yürüttükleri sohbetleri ve daha birçok şeyi ayrıntılı bir şekilde anlatırlardı bana. Annemle ilgili olanları can kulağıyla dinler, bir kelimesini bile kaçırmak istemezdim. Onunla ilgili anlatılanlar hiç bitmesin isterdim. Annemin yaptğı yemeklerden, kardeşlerimin gösterdikleri misafirperverlikten ve babamın din içerikli nasihatlerinden söz edildiğinde kendimi Siverek’te evimizin bir odasında yürütülen o sohbetin ortasında bulurdum.


 


Söz döner dolanır annemin gönderdiği hediye paketine gelirdi. Dostlarımın memleketten getirdiği hediye paketi önüme konulduğunda içim içime sığmazdı. Aklım fikrim bizimkilerin doldurduğu kasette olurdu. Paketin içinde başka ne var ne yok beni hiç ilgilendirmezdi. Varsa yoksa kaset! Nedenini bilmem ama dostlarımın yanında paketi açmak içimden gelmezdi. Annemin özenle hazırladığı paketi alıp kaldığım şehre dönmeyi sabırsızlıkla beklerdim. Dostlarımın “bu gece bizde kal” demelerine razı olmaz, dönmekte ısrar ederdim. Verdiğim eziyet, katlandıkları zahmete teşekkür eder, elimde hediye paketim gecenin ilerleyen saatlerinde Amsterdam’a dönerdim.


 


Amsterdam’a döndüğümde saat kaç olursa olsun sabahı beklemeden hemen  paketimi açardım. Gözlerim hemen Siverek’ten gelen kasetleri arardı. Pakete konulan eşyaları hızlı hızlı karıştırarak kasetleri bulduğumda define bulmuş hazine avcısı gibi sevinirdim. Bir zarfa konulan ve yapışkan bir bantla iyice sarmalanan kasetleri zarftan çıkarana kadar akla karayı seçerdim. Elimde kasetler masada duran teybe giderdim. Kaseti teybe bırakıp prizi elektriğe bağlardım. Teybin Play düğmesine bastıktan sonra hoparlörlerden yükselecek sesin gelmesini beklerdim.


 


Bu kısa bekleyiş bana hiç bitmeyecek kadar uzun gelirdi. Derken annemin sevgi, özlem ve şefkat yüklü sesi duyulurdu.


 


“LAJé MIN WAXTé TO XEYR Bo”


 


Yani “Oğul içinde bulunduğun vaktin hayırlı olsun”!


 


İlk konuşmayı genellikle annem yapardı. Onun ağzından çıkan her cümlenin başında hep “OĞUL” kelimesi olurdu. Bu kelimeyi duyduğumda yüreğimde biriken bütün sıkıntılar bir anda buharlaşıp yok olur, bedenime bir rahatlık çökerdi. Sonrası kendiliğinden gelirdi. Annem önce Siverek’e giden, evimize uğrayan dostlardan söz ederek ne kadar memnun kaldıklarını anlatırdı. Sonra, mahallemizden başlayarak köyde, şehirde ve civar ilçelerde yaşanan gelişmeleri en ince ayrıntısına kadar bir bir anlatarak memlekete ilişkin kapsamlı bir rapor sunardı bana.


 


Annemin dillendirdiği havadislerde insana rahatlık veren güzel şeyler olurdu hep. Onun lügatında insan ruhunu karartacak, kışa kıyamete dair moral bozucu sözcükler yoktu. Ağzından dökülen her kelime, insanın yüreğine bahar aylarının kokusunu ve rengini taşır, Karacadağ eteklerinde koşturan çocukların masumiyetini hatırlatırdı. Sesinde Fırat boylarında özgürlüğe kanat çırpan kelebeklerin insanı mest eden narin vızıltısı vardı. Annem dert, keder, tasa ve hüzne kapalı tutardı yüreğini. Sadece güzelliklere açıktı onun yürek kapısı.


 


Bir buçuk saatlik kasetin bir tarafına sadece annem konuşurdu. Diğer tarafını babam ve kardeşlerime bırakırdı. Babamın konuştuğu ve konuşacağı şeyler belliydi ve iki-üç kelimeyi geçmezdi. Babam konuşmasına başlar başlamaz “Oğlum ben sana ne diyeyim?  Öyle fazla konuşmasını bilmem ben! Allah seni  hidayete erdirsin, doğru yola getirsin. Allahın ipine sarıl, namazını kıl ve Allahın yolundan ayrılma!“  derdi.


 


Babama bakılırsa ben şunun bunun aklına uyup yolunu şaşırmış talihsiz biriydim. Onun nazarında böyle birisi olduğum için de benim çok acil olarak dua ve niyaza ihtiyacım vardı. Bu konuda görevin büyüğü de babama  düştüğü için durmadan bana “Allah seni hidayete erdirsin” diyordu. Ona göre hidayete ermem için önce Allaha sığınmam, beş vakit namaz kılmam ve sonra da iyi bir yerde güzel bir iş bulup efendi efendi çalışmam gerekiyordu.


 


Babam hidayete ermem için ettiği dua ve öğütlerini kasete döktükten sonra konuşma sırasını kardeşlerime devrederdi. Ses tonlarından kardeşlerimin ne kadar büyüdük- lerini anlamaya çalışırdım. Bazen yakın akrabalarımızdan konuşanlarda olurdu. Ramazan amcam konuştuğunda duygulanır ve mutlaka ağlamaklı olurdu. Halam babama destek sunmak adına namazımı aksatmamamı öğütlerdi. Komşumuz ve aynı zamanda kirvemiz olan Mehmet’é Xecda Eboy işime gücüme bakmam için sıkı sıkıya tembihlerde bulunurdu.


 


Siverek’ten gönderilen ve doksanlık olarak tabir edilen kaseti üst üste iki üç defa dinledikten sonra bir köşede duran hediye paketi aklıma gelirdi. “Annem bana neler göndermiş“ diye merak eder ve paketi elime alıp içine bakardım. Çok sevdiğimi bildiği için annem bana menengiç (kıznaw) kahvesi göndermeden edemezdi. Kahvenin konulduğu cam kavanozun kapağını dikkatlice açar, işaret parmağımla kahvenin tadına bakardım. Annemin kendi eliyle özenle kavurduğu ve taş dibekte saatlerce dövdüğü menengiç kahvesi mis gibi kokardı. Kavanozda duran kahvenin üstünde parmak kalınlığında yağ olurdu. Bu yağ menengicin kendi yağıydı ve kahveye güzel aromayı veren de bu tabii yağdı esasında.


 


Gönderilen hediyeler arasında yünden yapılmış bir çift kışlık çorap, yeni çekilmiş birkaç fotograf mutlaka olurdu. Amsterdam’ın dondurucu ayazında ayaklarım üşümesin diye annem kendi elleriyle örerdi bu çorapları. Önce zarfa konulmuş fotograflara bakardım. Kardeşlerimi çok değişmiş bulur ve şaşırırdım. Annem her zamanki halini takınarak yine gülümserdı bana. Babam iflasın eşiğine gelmiş bir tüccar edasiyla dururdu fotograf karesinde. Kendilerini merak etmemi istemeyen kardeşlerim en alımlı, en şık  kiyafetlerini giyerek çıkardı fotograf makinesinin karşısına. Kısacası kim nasıl görünmek istiyorsa öyle yansıyordu fotografa. Herkes kendince bir rol üstlenmiş olsada ben iç güdümle fotografların arka planını rahatlıkla okurdum, özelliklede  anneminkinin !


 


Fotografları inceledikten sonra annemin kendi elleriyle ördüğü yün çoraplara yeniden dönerdim. Onları elime alır,mutlu olurdum. Çorapları odanın bir köşesinde duran yatağımın başucuna asmadan önce annemin kokusunu alayım diye burnuma götürür, tekrar tekrar koklardım. Sonra sıra diğer hediyelere gelirdi. Hepsini tek tek elime alır, dakikalarca incelerdim. Kardeşlerimden gelen ufak tefek hediyeler beni fazlasıyla sevindirirdi. Namaz kılmam ve hidayete gelmem için gerekli olan malzemenin tedarik edilmesini babam üstlenmiş olurdu. Kuran öğrenmem için gönderilen Arapça alfabe, namaza durulduğunda başa konulan kenarları işlemeli beyaz kep ve dua sırasına çekilen doksan dokuzluk tespihi babamın değerli bir hediyesi olarak bir köşeye bıraktığımda, hidayete gelmem konusunda babamın ne kadar kaygılandığını anlar, onun adına fazlasiyla üzülürdüm.


 


Gelen kaseti birkaç defa üst üste dinlemek, hediyelere bakmak en azından dört saatimi alırdı. Şafak atmaya az kala kafamda binbir düşünce kendimi yatağa bırakırdım. Annemin ağzından çıkan “OĞUL sen okuluna bak, bizi merak etme” sözleri bir eski zaman ninnisi gibi beni uykuya davet ederken, babamın “Allah seni hidayete erdirsin” deyişi uykumu kırk yerinden bölerdi. Uyuyamayacağımı anladığımda kasetçalara Mehmet Arif Cizravi’nin çok bilinen ve çok sevdiğim bir eserini “Emé Gozé“ yi koyar, ancak öyle uyuyabilirdim.


 


Devam edecek...


 


 


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 2514 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum